“Nasıl ne ara bu hale geldik?” El cevap:
Son yıllarda giderek artan vicdan sızlatıcı gelişmelerden sonra bu soruyla çok karşılaşıyoruz. Bir klişe olsa da bir sorgulamanın başlaması için iyi bir muhteva doğuracak potansiyelde bir soru.
Bu gün sosyal medyada birisi, engelli yürüme şeritlerinin üzerine park edilmiş araçlar yüzünden şeridi bulmak için meydanı turlayan görme engelli vatandaşın görüntüsünü paylaşmış ve bu soruyu sormuştu:
“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”
İçimizi burkan her olaydan sonra ortaya çıkan bu soruya içsel cevaplarımı sizinle paylaşmak istiyorum.
Soruya cevap vermeden önce kısa bir açıklama yapmama müsaade edin: Bu yazıda her hangi bir örnek verip örnek üzerinden herhangi bir topluluğu rencide etmemeye niyet ettim. Çünkü rencide ettiğimize zarar veririz. Oysa daha çok insana ulaşmaya, daha çok insanı uyandırmaya ihtiyacımız var. Ancak böyle çıkarız bu halin içinden. Zira,“yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu” diyor ya hani Viktor E. Frankl, bu sebeple ümit kesici ve kınayıcı olmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Milletçe hepimizin umuda ihtiyacı var. Ve umut şefkatle yeşeren bir nüvedir. Neticede “utancını kınadığın bir insanın umudu olamazsın” (Fırat Tanış).
İnsanın dünya deneyimi, ipte yürüyüş yapan akrobatın (cambaz) gösterisine benzer. Akrobat dengeyi kaybederse çakılıp parçalanır. İpten karşıya doğru geçmek isteyen akrobat iki şeye dikkat etmelidir. Birincisi kendini emniyet kemeri ile yürüyeceği ipe bağlamalıdır ki düştüğünde yere çakılmasın, asılı kalıp yoluna yeniden devam edebilsin. İkincisi ise ya bir denge çubuğu almalıdır eline ya da kollarını denge çubuğu gibi kullanmalıdır. Bu iki şeyi yapmadan ipten karşıya geçmeye çalışmak yere çakılmaktan korkmayacak kadar büyük bir cahil cesareti ister.
Yaşam o kadar ince bir hat üzerinde ilerliyor ki biz kendi başımıza dengede duramayız, sendeleriz, düşeriz, dağılırız. Gurdjieff, “insan başaramaz” derken bu acziyetimize işaret etmektedir.
Yaşam yolculuğunda dengede durabilmemiz için sarsılmaz bir dayanağa (ipe) sıkıca tutunmamız gerekir ve bu bizim irademize verilmiştir. Buradaki irademiz denge çubuğu edinmemiz ve emniyet kemeri kullanmamızdan ibarettir.
Bu denge ipine siz kendi inanç ve felsefenizde bir isim bulabilir ve yazının devamını inancınıza uygun imajine ederek devam edebilirsiniz.
Bu ip, kozmik düzen, bağlantısal bütünlük ya da ilahi nizam diye isimlendirmeler yaptığımız kainatın (Laniakea) şuurudur. Evet, Laniakea’nın bağlantısal bir şuuru vardır. Sistem herkesi denetler. Herkese niyeti, eylemi, ihtiyacı ve çabasına göre cevap verir.
Bu şuura bağlanırsak dengede kalabiliriz. Bu şuurdan ayrılır, kendi bildiğimizi okursak (ego) emniyet kemeri ve denge çubuğu kullanmayan akrobata benzeriz.
Bu şuura nasıl bağlanabilir, nasıl bağlantılı olabiliriz?
Bu şuura bizi bağlayacak temel disiplinler var. Bu temel disiplinlerden bildiklerimin hepsine değil, en temel olanlarına değinmek istiyorum.
Bizi dengede tutacak yol azıkları samimiyet, hakkaniyet, adalet, birlik (kardeşlik), emanet, temizlik, şefkat, sevgi, ihsan (iyilik) ve sorumluluktur (çaba).
Bu temel disiplinler, bizim kozmik şuur ipine tutunmamızı sağlayan emniyet kemerleridir. Bunları terk ettiğimizde, egolarımızla başbaşa kalır, kendimizi boşluğa bırakmış oluruz.
Bu ipten tutunma bizi karşıya geçirir ve bunun adı İslamda hidayet, Hint inançlarında Nirvana, klasik batı felsefesinde aydınlanmadır. Her üç yaklaşımda da ipten tutunma bizim irademize bağlı ancak yolu tamamlama İlahi Kudretin lütfuna tevdi edilmiştir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın…” (Ali İmran Suresi, 103)
İpten tutunmaya hep birlikte parçalanmadan yönelme nasihat ediliyor. Demek ki bireysel olarak tutunmak diye bir şey yok, başkalarını da tutunması için gönüllü eylemlerimiz olmalı. “Başkaları için yaktığın ateş, senin de yolunu aydınlatır” (Budha).
Şimdi baştaki soruyu tekrar hatırlayalım:
“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”
Evet, bu ipleri tek tek bıraktık. Bu iplerden tutunmanın bize yük olduğunu, bizi sınırlandırdığını sandık ve aldandık. “Ötekinin yangınında ısınıp”, “bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın”ın konforuna kapıldık. Hakkaniyeti ucuz menfaatlerimize ve dar görüşlerimize kurban verdik. Ve şimdi ipin üstünde miyiz, yoksa boşluğa çoktan düştük mü bilemiyorum. Ancak bu satırları yazmamın gerekçesi olan bir inancım var:
“Belki iplerden bir tanesini henüz bırakmamış olabilir, ona tutunarak diğerlerini de yakalamayı başarabiliriz.”
Bunun için Frankl’ın, “yaşamın bizden ne beklediği” sorusuna yeniden dönmek ve odaklanmamız lazım.
Gerçi biz her şeyin doğrusunu biliyor, doğru yolda ilerlediğimizi varsayıyorduk. Oysa Matrix repliğinde bize, “yolu bilmek ayrı yolda yürümek ayrı” diye hatırlatma yapılıyordu. Biz yolu bulmuş yolculuğu ihmal etmiştik. “Hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması gereken şey yollar değil hakikattir.” (Dr. Bedri Ruhselman). Yola aldanıp hakikat arayışımızı sonlandırınca hakkaniyet ipine sarılmayı da terk ettik. Oysa biz hakkaniyete sarıldığımız sürece ipe bağlı kalabilirdik. Ama “yolunu bulma”nın cazibesi reddedilemez görkemdeydi…
Hakkaniyetten ayrılanların kaçınılmaz olarak tutunmayı bırakacağı ikinci ip adalettir. Normal zamanlarda, bireysel olarak hakkaniyetten ayrılsak da devletin hukuk sistemi adaleti tesis edebilir. Neticede “Devletin dini adalettir” (Hz. Ali) ve devlet bireyin hakkaniyetsizliğini telafi eder. Ama adalet ipini bırakanlar olarak o kadar çok kalabalıktık ve o kadar aç gözlü işler yaptık ki devletin adaletini isteyemez hale geldik. Zira adalet gelirse menfaatlerimiz zedelenebilir, hesap sorulanlardan biri de kendimiz olabilirdik.
Yaşamın bizden beklediği sorumluluğu unutup, yaşamdan bir şey elde etme hırsına büründüğümüzde, adalet gider yerini acımasız bir rekabet alır. Adaletsiz rekabet can yakar, kan döker, bireye ve topluma ağır maliyetler yükler. Böyle bir rekabet ortamında kaybedeceğimiz üçüncü ip, birliktir. Adaleti ve birliği bozulmuş rekabet içindeki toplumlarda canların yanması maalesef sadece bir sonuçtur. Ve bu sonuçla yüzleşenlere son bir çağrı daha var:
“Canı yanan sabretsin. Can yakan, canının yanacağı günü beklesin.” (Hz. Muhammed)
“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”
Asırlar öncesinden gelen “talep ettiğine dikkat et zamanla ona dönüşürsün” diyen Mevlana’nın ve “insanın değeri aradığı şeydir” diyen Platon’un mesajlarına kulak tıkadık, menfaat arzuladık ve birileri için menfaat nesnesi olduk, şimdi de menfaatlerimiz gibi değersiz olduk.
Buzdağının görünen kısmından yeterince ıstırap çekip kurtuluş arayanlara selam olsun. Yol emniyetinin güvencesi olan yukarıda sayılı emniyet kemerlerinizden elinizde kalanlara sıkı tutunun, mümkünse bir kemer daha bağlayın…
Yolun biri kapanırsa yol bulunur, yeter ki aranan hakikat olsun. “Hakikat aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır” (Beyazıd-ı Bestâmi). Arayanların yolu açık olsun.
El cevap: Şahsi menfaatlerimiz, bizi meşhur hikayedeki haşlanmış kurbağa gibi önce mayıştırdı, sonra duyarsızlaştırdı, sonra da içimizdeki insanı öldürdü…
Dr. Abdurrahman SUBAŞ
Eğitim ve Yönetim Bilimci