Sen değişirsen dünya da değişir!
Yunan mitolojisinde anlatılan Atlas hikâyesini bilir misiniz?
Efsaneye göre; Dev titan Atlas; hem çok güçlü, hem de çok kibirlidir.
Denizin derinliklerine hakim olmasının yanı sıra, Asya ve Afrika kıtasının birleşip oluşturabileceğinden daha büyük bir alana sahip olan Atlantis adındaki ülkeye hükmeder. Yaşadığımız dünyayla hiçbir bağlantısı yoktur Atlantis’in. Adeta bir adalar zincirinden oluşur. İnsanlar, arazilerini su kanalları ile bereketli hale getirerek tarımla geçimini sağlamış ve bununla da yetinmeyip ülkelerine saraylar, hamamlar, yarış meydanları, limanlar, tapınaklar inşa etmişlerdir. Bolluk ve istihdam bu şekilde devam ederken; Atlantislilerin kaderi maalesef ki tanrıların bir gün bir gece süren bir sel göndermesiyle aksi yönde değişecek, ülke toprakları çamur deryasının altında kalarak tamamen yok olacaktı. Bu büyük felaketten kaçmayı başaran Atlas ve kardeşi Menoitios, Atlantis’e yapılanların intikamını almak adına titanların Olympos’lu tanrılara karşı başlattığı isyana destek verdiler. Fakat Titanomakhia adı verilen bu savaşı tanrıların kazanması ile birlikte Menoitios, Zeus’un yıldırımıyla öldürülmüş, Atlas da sonu olmayan bir ceza ve kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yükle karşı karşıya bırakılmıştı.
Öfkesiyle nam saldığını bildiğimiz baş tanrı Zeus tarafından, gök kubbeyi omuzlarının üzerinde taşıma cezasına çarptırılır Atlas. Dünyanın en batı ucunda durup bu yükü sırtına alacak ve ne olursa olsun hiçbir şekilde yere bırakmayacaktır. Diğer titanlar Tartaros’a (ölüler diyarının en altı) gönderilirken Atlas’a bu denli büyük bir ceza verilmesinin nedeni, tamamen bitmek tükenmek bilmeyen kibri idi.
Zeus, Atlas’a dünyayı ve gök kubbeyi değil, varlığını ceza olarak yüklemiştir. Var olduğunu unutamayacağı bir ağırlığın altında olmasıdır onun bitmeyen cezası. Sorumluluk, var olmak, sorgulamak, nedenlerle, niçinlerle içinden çıkamayacağı bir sarmalda düşünür durur koca Titan.
Üzerinde düşündüğümüzde, kendi hayatlarımızın da bizlere verilmiş bir yük mü yoksa bir armağan mı olduğunu sormak isterim sizlere. Hayat, yel değirmenlerine karşı verilen hiç bitmeyen bir savaş mı? Yoksa şefkatle sarılıp, kusurları ile kabul edip barış yapacağı kişinin kendisi olduğunu algılaması mı? Kendisinden başlayacak olan değişimin, önce ailesine ve yakınlarına oradan da tüm topluma yayılacağı gerçeğini fark etmek mi? Yoksa bahanelerin arkasına gizlenip, en kolayına kaçarak karşımızdakileri insafsızca yargılayıp, hadsizce nasihat vermek midir?
Hayata bakış biçimimizdir, hayatı şekillendiren ve bizim bakış açımızdır, mecaramızın yönünü belirleyen. Atlas’ın çekeceği çilenin sonu gözükmüyor gibi gelse de, o geçirdiği düşünce aşamasının hakkını verir ise, kendini bağladığı kendi sınırlarını yine kendi eli ile un ufak edebilirse, sonsuza kadar süreceğini farz ettiği görevini, aslında kendisinin üstlendiğini fark edecektir. Yük görünen görevin hakkından hakkı ile gelecektir.
Doğduğumuz andan itibaren, dünyaya geldiğimiz ailemiz, okuduğumuz okullar, kurduğumuz arkadaşlıklar, çalıştığımız işler bize kuralları hiçbir yerde yazılı olmayan bir sistemi dayatır. Çoğunluk ile birlikte yalnızca çoğunluğun onayladığı şeyleri yaptığımızda kabul görürüz. Oysa gerçek yok oluş aynılıkta gizlidir. Dünyaya size dayatılanlar ile değil özünüz ile bakın. Özünüzdeki farklılıkları parlatın ki, kendiniz için, dünyadaki tüm canlılar için yapabileceklerinizi fark edin. Kendinize ve yapabileceklerinize dair farkındalığınız yükseldiğinde, var olmanın dayanılmaz hafifliği ve özgürlüğü sizi bekliyor olacak.
Son olarak Max de Pree’nin söylediği gibi;
‘’Sonuç olarak şunu unutmamak önemli, olmamız gereken şeyi, olduğumuz gibi kalarak olamayız. ‘’
Sevgi, umut ve barış ile…
Buket Özbek
Yaşam ve Öğrenci Koçu
NLP Master