İGNORAMUS: Ben cahilim! Tutkuyla bilgiye bağlanmak!
Milattan önce beşinci yüzyılın ve epistemolojinin (bilgi bilim) efsanevi ismi Sokrates’in en bilinen sözüdür, senden seni alsa da her seferinde okumak ayrı bir keyif verir insana:
“Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez.”
Yeni bir yılın başlangıcında, hepimizin, belki de eski bir alışkanlıkla ama belirgin bir umutla, ardımızda kalan günlerin muhasebesini yaptığımızı, gelecek günlerde neyi, nasıl ve farklı yapacağımızı naif bir kararlılıkla düşündüğümüzü var sayıyorum.
Öyleyse zaman, kendime kendimi anlarda sorgulama zamanıdır.Yaşanan anlardır kutsanması gereken. Anın izidir bizde kalan. Biz anların izlerinin toplamıyız o halde.
Bizi biz yapan zamanın her anına, uğurlu uğursuz ayırt etmeden, tek tek, her saniye ve hatta her salisesine teşekkür etmekle başlayalım bence. İhsan Oktay Anar, o muhteşem kitabı Puslu Kıtalar Atlası’nda “Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı” derken ne kadar da haklı.
…dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı. Ve macera da insanın kendini keşfi için çıktığı yolculuktan başka bir şey değildi. Yani kendini sorgulama.
Zamanın hakimi Tanrı Chronos’un kendi çocuklarını yuttuğu gibi “an” her şeyi içinde saklayandır. Günü geldiğinde, yeni bir günün şafağına şahit olmaya aday, içinde sakladığı ne varsa, kim varsa, özü aynı ama kendisi bir daha asla eskisi gibi olmayacak olanı geri kusacaktır zaman.
Öyleyse önce kabul edeceğiz. Kendimizi sorgulamaya, bilmediğimizi kabul etmekle başlayacağız. Kendi gözlerimizin içine deler gibi bakıp, ses tellerimiz kopana kadar bağıracağız: IGNORAMUS : Ben cahilim!
Önce bilmediğimizi kabul edeceğiz. Bir yağmur damlasının kendindeliğini, başka bir insanın aslında bende olabileceğini, hey şeyin bir bütün ama bütünün asla tek bir “şey” olmadığını, bütünün tanımı itibariyle bir ve aynı anda her şey olabildiğini, kendimizi severken kendinden olmak ve yokluğun varlıkla olağanüstü ve büyülü bir perspektifle baktığında aslında aynı olabileceğini ve belki de varlığın kendisini özüyle bilmediğimizi kabul edeceğiz.
Kabul etmekle başlayacak her şey. Macera bizi bize, yeniden, ama bu sefer bambaşka bir şahidi anlatırken kendi efsanemize ben olacağız. Kendimizin şahidi, dünyanın mutlusu…
Gen Bencildir’in yazarı Richard Dawkins “Gerçeğin Büyüsü” adlı kitabına “Neyin gerçekten doğru olduğunu nasıl biliyoruz?” sorusuyla başlar. Soru kapaktadır. Cevap kapağın altında, kitabın içindedir. Kendi cevaplarımız da böyledir. Kendi kapağımızı kaldırabilmeyi başarabilirsek, içimizde, her türlü zıtlığı, her rengi, her ahlakı, her inancı ve her benliği temsil eden farkındalıklarımıza ait cevaplarımızın somuta evrilerek bir karnavaldaki gibi gözümüzün önünden şen şakrak, büyük bir gürültüyle trompet ve davul çalarak akıp geçtiğini görürüz.
Bilgi farkındalıktaki o anda saklıdır. Bilmediğimizi fark etmenin o aydınlık “anında”. Ignoramus daha anlamlı hayatlara başlangıç yaptırmakla kalmaz, bizi kendi kitabımızın kapağını çevirmeye cüret ettirir.
Deniz Bolsoy Erdem’in, Terapi Defteri’nde söylediklerini burada paylaşmak istiyorum: “Farkındalık, kendinle yüzleşmek ,başlangıçta acıtabilir… Tıpkı yaraya sürülen antiseptik gibi! Ancak uzun vadede iltihaplanmayı ve kangreni önler”. Farkındalığın mutlulukla bir ilgisi olduğu açıktır. Bilgiye özlemin, bilgi bizi görmezden gelse de, anlamı büyüktür. Dünyanın umarsız körlüğüne rağmen, sırf biz elmayı seviyoruz diye elmanın da illa ki bizi sevmesi gerekmediğini içselleştirebildiğimiz zaman büyüyeceğiz. Ve işte o zaman biz büyüdükçe kirlenmeyecek dünya…
Bilgi güçtür. Anlarımızı boşluklarla geçirmek yerine, insana dair bilgi ile doldurabildikçe güzelleşecek, daha insan, daha bütün, daha aydınlık olacağız. Anlarınızı insanları tanımakla, insanı kendi insanınıza katmakla geçirin. Daha fazla insana dokunmak, daha fazla insanı bütününe katmak ve böylece çoğalmak mümkün, hatta tek yol gibi gözüküyor.
Her şeyin gönlünüzce gittiği bir yıl dileğiyle aydınlık, mavi günlere…
Sinan Pekşen