Bir Dönüşümün Anatomisi – VIP Katı
Şampiyon Viyana’da göçebe hayatında VIP katına transfer oluyor…
Şampiyonumuz memleketine geldiğinde kendini oldukça yorulmuş ancak ümitleri hala sağlam hissediyordu. Yurtdışında çalışmanın renginin iyiden iyie belli olduğu bu süreçte yerel şirketinde bir hafta kadar çalışmış, seyahat beyannamesini yapmış teslim etmiş tekrar ikinci memleketi haline gelmiş olan Viyana’ya dönüyordu.
Bu sefer hangi konaklama imkanını tercih etseydi acaba?
Şirketin otellerle ilgili en iyi anlaşmalı fiyatlarını veren portale girerek bu seferde kendine Radisson Blue Palais – Saray – Oteli’ni seçti. Otel de yine şehir parkına bakıyor ambiyansı ve tarihi dekorasyonuyla, girişte yer alan piyano ve piyanistin ezgileriyle sanat kokan özgün ve kaliteli bir kalış keyfi sunacağı benziyordu. Şampiyonumuz uzun zamanlarını otelde geçirdiği için, mekanların ona rahat, huzurlu, iç açıcı, özgün ve dostça bir ortam sunması haliyle büyük önem taşıyordu.
Yorgun argın, yine de ümitleri taze otelden içeri adım attığında içi açıldı. Akşam saatleriydi ve odasına çıkmayı arzu etti. Nazik resepsiyonist hemen onu olabilecek en güzel odaya yönlendiriyor olmalıydı. Valizlerini taşıyan çocukla odadan içeri girdiklerinde yüzündeki hayal kırıklığını saklayamadı. Oda küçük ve daracık bir yan sokağa bakıyordu. Dekorasyonu da girişin aksine çok daha sıradandı. Birdenbire oda ona soğuk, cansız bir iki haftasını geçirebileceği bir yer gibi görünmedi. Hemen resepsiyonu aradı ve sordu: “Oteliniz çok güzel, kendine özgü bir tarzı, tarihi bir ambiyansı ve insanı kucaklayan bir sıcaklığı var, buna mukabil odalarınız ya da bana verdiğiniz oda hiç de “hoşgeldiniz” demiyor, hafta sonlarını da burada geçireceğim düşünülürse yan sokağa bakmak ister miyim?… Hiç zannetmiyorum” dedi.
Bunun üzerine resepsiyonist hemen ekranından kontrollerini yaptı ve bir sonraki güne kendisini aynı fiyata özel konukların ağırlandığı kata alabileceğini iletti. Hatta kıyafet ve eşyaları taşınabilecek, akşam işten geldiğinde yeni anahtarını teslim alabilecekti.
Şampiyonumuz mutlu mesut haftaya başladı. Hem kendi bölümündeki Diana hem de iş geliştirmedeki üst düzey iş ortağı ve dostu olmaya başlayan Reese ile samimiyetleri artmaya devam ediyordu.
Diana’nın çıkacağı uzun süreli izin yaklaşıyor, şampiyonumuz da kendisine neredeyse açıkça cephe almış olan rakibi Johan, onun çalışanı Helga ve yönetici asistanı Crissy üçlüsü ile nasıl baş edeceğini, yakınındaki tek dost insan Diana’nın gidişiyle hayli düşünüyordu. Allah’tan Reese vardı onunla tatlı sohbetlerine eşlik eden Viyana keşifleri tam gaz devam ediyordu.
Bu esnada da kendi ekibini kurmak üzere eleman arayışlarına başlamıştı. Avusturya’nın iş piyasasında hangi okullar, hangi etkinlikler ve tecrübeler daha hatırı sayılır şampiyonumuz elbette ki bilemiyordu dolayısıyla da Johan’dan mecburen destek almak durumdaydı. Bu hiç hoşuna gitmese de işe katkı sağlayacak uygun birinin bulunabilmesi için onunla işbirliğine girmek durumundaydı.
Johan’ın da düşüncesi benzer olacak ki, eleman arayış sürecinde şampiyonamıza destek vereceğinin sinyallerini veriyordu.
Tabi Şampiyonumuz ekibine gelecek kişi için Johan’ın farklı planları olduğunu nereden bilebilirdi.
Diana Şampiyonumuzun Avusturya Almancasını anlamakta zorlandığını gördüğü ve yönetim ekibinin toplantılarında bu konuda şampiyonumuza pek de müsamaha göstermediğini anladığı için kendisine bu lisanın farklı diyalektlerini pratik etmek üzere destek veriyordu. Yönetim ekibi İngilizceye, kendi yöneticisi ve neredeyse birçok ülkede görev yapmış dost yönetici Andy dışında pek hâkim değildi. Dolayısıyla ekip toplantılarda Almanca konuşuluyor, hatta Şampiyonumuz daha rahat anlasın diye herhangi bir gayret sarf edilmiyor veya yüksek Almanca konuşma zahmetine katlanılmıyordu. Şampiyonumuz neredeyse dudak okumaya çalışarak toplantılarda konuşulanları pür dikkat takip ediyordu.
Şampiyonumuz Avusturya Almancasının kalıplarını ve telaffuzunu öğrenmek için kolları sıvayıp bir eğitmen arayışına girme zamanı geldiğinin farkındaydı. Kendi kişisel çabaları, yüksek Almanca ve anadili gibi İngilizce bilmesine rağmen yeterli gelmiyordu. Daha doğrusu kendisi bu çabasının yönetim ekibindeki birçok kişi tarafından yeterliymiş gibi görülmediği hissiyatındaydı. Olsun etrafında ona dost, destek ve yürekten inanan güzel insanlar oluşmaya başlamıştı. Viyana’ya ilk gidişinde yabancı bir ülkede, azınlık olarak temsil edilen bir ülkenin vatandaşı olarak kime güvenebileceğini, birilerine güvenip güvenemeyeceğini bilmiyor, sadece yöneticisi ve akraba çevresinden bir tanıdıklarının orada yerleşik aile dostları dışında kimseyi tanımıyordu
Hala yeni tecrübeler edinmek, yeni insanlar tanımak, farklı bir kültürde üretken olmak ümitlerini taptaze tutuyor, zorluklara göğüs germesine imkân sağlıyordu.
Şampiyonunuz akşam oteline geri döndü ve kendisine VIP katında tahsis edilen odaya giriş yaptı.
O da neyin nesiydi?… Oda “vintage” nostaljik stilde sarı, yeşil ve beyaz çiçekli perdeleri, takım yatak örtüsü, abajur başlıkları, sıcacık bir vizon renk halı, koyu ceviz yer döşemeleri ile bir şatoda kalınıyor hissi veriyor, eski tarihi bir banyo, fırçalanmış pirinç antik banyo bataryası, lavabo ve armatürlerle de hem gerçekten göz kamaştırıyor hem de sıcacık sarıp sarmalıyordu.
Oda neredeyse 80 m2 idi ve penceresinden kuşbakışı şehrin en güzel manzaralarından biri olan şehir parkı – Stadtpark – yeşillikleri ve rengarenk çiçekleri ile “oh” dedirtiyordu.
Şampiyonumuz düşünmeden edemedi: Bu oda aynı fiyata ona on beş gün tahsis edilecek miydi gerçekten?
Resepsiyonu arayarak odanın fiyatının aynı kalıp kalmadığını tekrar kontrol etti.
Resepsiyonist gayet samimi ve net bir tonda: “Odanızdan memnun kaldığınıza çok sevindik Bayan Şampiyon, merak etmeyin oda size aynı koşullarda sağlanmaktadır. Keyifli konaklamalar diliyoruz” dedi ve şampiyonumuz kendisini şato odanın önce banyosuna sıcacık bir banyo keyfine sonra da nostaljik yatağan kuştüyü yastıkları ve özel hissettiren nevresimlerinin konforuna bıraktı.
Ertesi gün kahvaltıya indiğinde oda numarası soruldu. Piyano ezgilerinin eşlik ettiği açık büfe yine tarihi İngiliz stilini anımsatan kahvaltı stantlarına bakarken, restoran görevlisinin sakin sesi duyuldu: “Sizin kahvaltınız VIP katında servis ediliyor. Özel konuk olmuş olduğunuz için kahvaltıyı o katta alacaksınız” dedi.
Şampiyonumuz; insanın hak ettiğini talep etmesinin ne kadar önemli olduğunu orada daha net anlıyordu.
Kaldığı bu ikinci otelde ona sıradan bir otel odası tahsis edilmiş, kabul etmiş olsaydı kendini özel hissettiren keyifli oda yerine soğuk ve sıradan bir atmosferde on beş günü geçirecekti ve buna hafta sonları da dahildi.
Tatlı bir zafer edasıyla VIP katına çıkıp kahvaltısını almak üzere oturdu. Burada kahvaltı hem açık büfe veriliyor hem de özel istekler masaya servis ediliyordu. Fiyata dahildiler. Envai çeşit ekmek, Viyana’nın meşhur çeşit çeşit peyniri, dilim dilim tropik meyveler, salata çeşitleri, şarküteri ürünleri, omlet ve yumurta, taze meyve suları, çay ve kahve seçimleri de kahvaltının vazgeçilmezleriydi. Sofra ve açık büfe sanat eseri gibiydi, renk ve aroma cümbüşü içinde nostaljik sandalyesine yerleşti, ağız tadıyla kahvaltısını yaptı.
Sonraki iş günü sabah kahvaltısını keyifle edip kendisini tıka basa doldurmadan, sadece ona keyif veren çeşitlerden siparişini verip vakti yettiğince bu güzel ambiyansın tadına vararak bu özel kattan ayrıldı.
Doğrudan resepsiyona gitti ve: “Çok teşekkür ederim hem odadan gayet memnunum, beklentimin üstüne çıktınız, hem de VIP katındaki kahvaltıya yönlendirildim, onore oldum. Burada da bir yanlışlık yok değil mi?” diyerek emin olmak üzere kalış ücretini teyit etti.
Resepsiyonsa tatlı bir şekilde gülümseyerek: ‘Sizi memnun edebildiysek ne mutlu. Kalışınızın keyif vermesini diliyoruz, kahvaltı fiyatınıza dahil. Kendinizi burada hem evinizde hem de konforlu hissetmeniz için kahvaltı bir vesile diye düşünüyoruz” şeklinde cevap verdi.
Şampiyonumuz iki kere olumlu sürprizlerle karşılaştığı bu Viyana macerası onun için daha neler hazırlıyor merak etmeden duramıyordu.
Derken yine Reese ile buluştular. Bu sefer 1873’ten beri hizmet veren ve Viyana’nın içi nostaljik dışarısı modern bir hava veren tarihi bir diğer mekanı Kafe Landtmann’da buluşturlar. Reese bir Viyana Klasiği olan Cafe Melange (kahve ve çırpılmış sıcak süt) ve içi çilek ve çilek kreması ile doldurulmuş çikolatalı kornet (çilek buketi) sipariş verirken, şampiyonumuz Franziskaner olarak adlandırılan espresso (sert sade kahve) üzerine bolca çırpılmış kıvamlı krema ile gelen kahveyi sipariş etmiş, yanına da fındık ve nugalı pasta istemişti.
Dudağının kenarlarına yayılan krema arasından yudumladığı kahvenin tadı bir başkaydı. Asıl bu kahve yudumlarının ardından çatalıyla fındık ve nugalı pastasından özenle aldığı lokmanın yaratacağı haz patlaması eşsizdi. Her bir lokma ayrı bir damak şöleni, doyum vesilesiydi. Bu şehir kahve kültürü ve tatlılarıyla ünlenmekte haklı görünüyordu. Şampiyonumuz Viyana’daki kafelerin menüsünde Türk kahvesini görmekten de büyük mutluluk duyuyordu. Sonuçta kahve kültürü Osmanlı zamanında tesadüfen Türkler Avusturya’ya getirmişti.
Bu arada iş geliştirmedeki üst düzey ortağı ve dostu olmakta olan Reese şampiyonumuza arkadaş ve tanıdık çevresini genişletmesine yardımcı olmak üzere “Internations” adı altında bir topluluk ve platform önermiş, bu platform şampiyonumuz gibi farklı bir memleketten gelip o memlekette çalışma veya yaşama amacı güden farklı kültürlerden kişilerin birbirini tanımasına vesile olan bir yapıydı ve bu amaca hizmet eden bir sitesi bulunuyordu.
O siteye üyelik şehrin Internations komitesinin onayıyla gerçekleşiyor, ayda iki kere kaynaşma tanışma toplantıları oluyor, siteden duyuruluyor, sitede hobi ve ilgi alanlarına göre de alt grup toplantıları gerçekleşiyordu.
Şampiyonumuz alt gruplardan bir tanesinin organizasyonuna, logosunda bir fincan kahve işaretini görür görmez katılmaya karar verdi.
Henüz bir aktivite görünmüyordu, bakalım bu platformdan kimler onun hayatına girecekti. Kimlerle tanışacak, kaynaşacak, kader birliği yapacaktı? Kimler mi girecekti bir sonraki yazıma beklerim.