“An”lamak üzerine bir şeyler’
Anlaşılmak dünyanın en zor şeyi sanırım. Herkes bir şeyleri anladığını, bildiğini iddia ediyor ama konu insana dair bir şeyler olduğunda işte orada tüm kuramlar çöküyor. Kaos ve kafa karışıklıkları başlıyor. Her şey biraz bulanıklaşıyor.
Yine de yitirilmiş bir savaşın son cephede kalan savaşçıları gibi anlaşılmaya çalışılıyor, sadece tekrar tekrar gözlenip neden diye bakılıyor. Aslında tükenene kadar parça parça ”an”lamaya dair her şey sonlandırılıyor.
Bir kadınla bir erkeğin birbirini anlaması üzerine makaleler, araştırmalar düzenleniyor. 40 yılda önce gökyüzüne, oradan uzaya gidecek cihazlar inşa eden insanoğlu, yüzlerce yılda bir kadınla bir erkeğin birbirini anlamasına yetemiyor. Kadın beyni, erkek beyni diyor, vazgeçin erkekler böyle, kadınları zaten kimse anlayamadı deniyor. Başa çıkamadığımız şeyler normalize etmeye çalışılıyor. Birbirini “an”lamayan iki insan birlikte nasıl “an”da kalabilir ki? Birlikte nasıl var olabilir ki? Anlamak, bir başkasının senin dünyada olduğu gibi, çıplak, eklentisiz var olmasına izin vermektir.
Dünyayı yöneten ekonomi, yüzlerce yıl tanımlanmaya uğraşılıyor. Olması gerekenlerden bir yere çıkılamayıp sonunda kabul edilen tanımı sınırlı kaynakların yönetimindeki insan davranışlarını inceleyen bilim tanımı olması oluyor. Yani kaynakların ne olacağı, nasıl çoğalacağı, nasıl tükeneceği değil, insan davranışlarının sonunda ne yaratacağı inceleniyor. Her şey insana dair, insan olmayı, içinde insan olanı anlamaya dair. Ekonomi sonunda insana güvenip güvenemeyeceğimize, insanın verebileceği zararlardan korunmaya dair stratejiler geliştirmeye gelip dayanıyor. İnsandan korunmaya çalışırken, ekonomi nasıl insanın doğasına hizmet eden yaşamlar sunabilir ki? Ekonomi bireyin doğasını yok etmeden, bütüne hizmet edebilme sanatı olmalıdır oysa.
Bu kadar “ben bilirim”ler varken, bu kadar okurken, bu kadar anlatırken nasıl oluyor da insanlar birbirini anlayamıyor? Çünkü, önce her şey kendimize dair. İçimizdeki kalabalıktan karşıdakini duymaya yer yok. Korkularımız, yargılarımız, beklentilerimiz o kadar çok ki, o kadar gelen cümlelerin anlamlarını belirliyor ki karşıyı duyamıyoruz. Geçmişimizden iyi- kötü tanımlarımız zaten cümleleri bize gelmeden yorumluyor, sonuçlandırıyor, o anki duygularımız karşımızdaki ile uyuşmadığında karşıdakinin söyleyeceği her şey zaten düşman ilan ediliyor. Beklentilerimize yanıt vermediğinde onun nedenlerini, neden o ifadeyi kullandığını değil, bizim için nasıl zarar verici bir şey yaptığına odaklanılıyor. Bizden neyi aldığına, neyi eksik bıraktığına… Oysa sadece kendimiz olsak ve yaşamda merkezde biz olsak kimin neyi eksik bıraktığının hesabı olmaz, çünkü tamamlanmak için birilerine, bir şeylere ihtiyacımız olmaz. Sadece onun bize katacağı güzelliklere odaklanırız. Ama biz birini duyduğumuzda, anladığımızda eksileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü bize bir şeyler dokunduğunda bize dair bir şeylerden vazgeçecekmişiz gibi hunharca saldırıyoruz.
Her şeyi sığdırabilecek kadar büyük bir kalbimiz olduğunu farkında değiliz. Sevdiğimiz biri, sevdiğimiz veya sevmeye başladığımız biri hakkında olumsuz bir şey söyleyince artık o sevmeye başladığımız kişiyi göremiyoruz, duyamıyoruz. Çünkü geçmişimizdeki sevdiğimiz insanın paylaştığı ben eksilir diye. “Yeniden” o kadar korkuyoruz ki anlamaktan korkuyoruz. Dinlemekten değil ama duymaktan korkuyoruz. “An”lamaktan korkuyoruz, “an” da geçmişe tutunmadan, geleceği yönetmeden olduğumuz gibi olmaktan “an” da kalmaktan korkuyoruz.
Ve savaşların en büyüğü aslında var olmaya dair verilen savaşlardır. Biri sizi işitmediğinde, yargı ve katı inançlarının ötesinden anlat dediğinde o savaş baştan kaybedilmiştir, barışa dair ihtimal orada hiç var olmamıştır. Onarmaya çalışıyoruz, uzlaşmaya çalışıyoruz ama aslında hiç başlamıyoruz. Sadece içimizde içeride kıpırdanıp bir şeyler yanlış diyen tarafı susturmak, haklılığımıza inanmak için yorumlayacak veri topluyoruz.
Hal böyle olunca dünya daha çok sarsılacak, arayacak, parçalanacak. Çünkü ne iki kişide ne koca toplumlarda daha “Biz” olmayı bilmiyoruz. Belki de o kadar çok “Ben” olmaya ihtiyacımız var ki “Ben” olmayan her şeyi yok etmeye çalışıyoruz. Oysa daha gerçek “Ben”i tanımıyoruz. Onu anlamaya çalışmıyoruz. İçimizdeki çöplükten arınmak için dışarıda katil oluyoruz. Ve bize dokunan güzellikleri, gelecek ihtimallerini daha olmadan çürütüyoruz. Cesur insan olmaya ihtiyacımız var, her cesur insan gibi kalplerimizi önce kendimize sonra hayata açmaya ihtiyacımız var. O zaman tıpkı küçük bir çocuğun karanlığa baktığında gördüğü ışık oyunları gibi zihnimizin bize yarattığı ejderler de bir bir kaybolacaktır.
Sevgi ve Özgürlükle kalın