DOLAR 34,4867
EURO 36,4668
ALTIN 2944,734
BIST 9031,82
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Kaybın altıncı bir evresi var mıdır varsa nedir?

09.01.2022
A+
A-

1. İnkar
2. Öfke
3. Pazarlık
4. Depresyon
5. Kabullenme

Söylendiğine göre bir evreden diğerine geçilmezse kayıptan doğan yas süreci bir türlü bitmiyor ve insan sonsuz bir döngüye giriyormuş. Yani basamak basamak tüm evreleri yaşayacağız ki sonunda bir rahatlamaya kavuşup normal yaşama geri dönelim. İnkar, Öfke, Pazarlık, Depresyon, Kabullenme sıralamasıyla biz hep kaybın beş evresi olduğunu biliyorduk ama altıncı bir evrenin varlığı bilimsel yollarla olmasa da kanıtlanmak üzere.

Oraya geçmeden biz önce ilk beş evreyi kendi toplumumuz penceresinden inceleyelim.

İddia edildiğine göre insan bir kayıp yaşadığı zaman önce “İnkar” duygusuna kapılıyormuş. Bireylerin duygularının toplumlar için de geçerli olduğunu kabul edecek olursak bu beş fakat yeni teoriye göre altı evrenin toplumumuzda da çalışacağını düşünebiliriz.

Bir kayıp yaşandığında hem birey hem de o bireylerin toplamı olan toplum olarak önce inkar ediyor, yani “Yok canım bu olmamıştır, ya da bu kayıp göründüğü kadar kötü bir şey değil” diyoruz. Aynı koskoca bir imparatorluğun çökmesine neden olan Birinci Dünya Savaşını kaybetmediğimizi, Almanlar yenildiği için yenik sayıldığımızı kabullenmemiz gibi hissediyoruz. Gözümüzün önündeki şeyi inkar ediyoruz, çünkü görmemek işimize geliyor.

İkinci evre, “Öfke” olarak tanımlanıyor. Yine koca imparatorluğu kaybettiğimizi memleket işgal edildiği zaman anladığımızda inkar aşamasından çıkıp bir üst basamağa geçtiğimizde duyduğumuz kızgınlık “Öfke evresi” oluyor. Hem yanıldığımız için kendimize kızıyoruz hem de kaybın inkar edilemeyecek bir şekilde gerçek olduğunu anlamamızdan ötürü kayba neden olanlara kızıyoruz. Zaten o öfkeyle milli mücadelenin Kurtuluş Savaşı aşamasını başlatıp, şairin dediği gibi Karayılan olup düşmanı tepelerde yedik ve öfkemizden arınmayı başararak bir sonraki evreye geçtik.
Karşımıza “Pazarlık” çıktı.

Pazarlık ruhu bize “Evet, İmparatorluğu kaybettik, önemli vatan parçalarını yitirdik, kimimiz göçmenliğe mecbur kaldı, kimimiz fakirleşti ama bundan sonra şunları, şunları ve bunları yapacak olursak bir daha göçmen olmayacağız, fakirlik kapımıza uğramayacak” dedirtti. Pazarlığı uzattıkça uzattık, başımıza gelenler bir daha gelmesin arzusuyla olmayacak şeyleri masaya koyduk, aldığımız da oldu verdiğimiz de ama verdiğimiz sonunda daha fazla tuttu “Yeter ki aynı kaybı bir daha yaşamayalım, elimizdeki vatan da gitmesin çok şeylere razıyız” dedik ve iyi kötü, ne alıp verdiğimizi pek anlamadan kırk yılı aşkın süren pazarlık sürecini de bitirip salimen bir basamak daha atladık.

“Tamam, oldu artık” dediğimizde bir sonraki basamağın depresyon olacağından haberimiz yoktu.

Depresyon yani çöküntü insanı da toplumu da içten içe yiyen bir illettir. Depresyondaki kişi yaşamdan zevk almaz, kendisini yorgun ve değersiz hisseder. İçinden çalışmak, üretmek gelmez. Toplumsal depresyon ise kendisini bireylerin kendilerini değersiz hissetmesini ve zevk alınacak şeyler üretmemesiyle gösterir. “Türk öğün, güven, çalış” şiarından çıkıp “Adamlar yapıyor” ve “Bizden adam olmaz” çizgisine girdik. Amerikalının “Burası Amerika” dediğinde bizim “Burası Türkiye” dememizden taban tabana zıt bir şey murad ettiğini anlayamaz hale geldik. Üretmekten vazgeçmekle kalmadık, eskiden üretilmiş olanları hor görmeye başladık çünkü bir şeyden zevk almak içimizden gelmiyordu. Kayıplarımızı düşünüp üzülmekten, içinde bulunduğumuz çöküntüyü değerlendirme imkanı bulamadık, o kaybı yaşatanlar da depresyonumuzu arttırmanın ve dayanılmaz hale gelmesinin yollarını açtılar çünkü bir sonraki aşamanın “Kabullenme” olduğunu biliyorlardı ve ne kadar çabuk son aşamaya gelecek olursak o kadar çabuk herkes için hayat normalleşecekti. Tabii normalleşmenin bizim tüm toplum olarak fakirleşmemiz ve kaybı ilk yaşatanların zenginleşmesi olduğunu kimse kimseye söylemedi, biz ise zaten hala kaybın evreleriyle uğraşıyorduk. Depresyonda olduğumuzu kimse haber vermedi.
Kabullendik.

“Kabullenme” dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan yeni bir döneme girdiği yıllarda geldi. Yeni gelen nesiller artık toplum olarak elimizdekilerle yetinmemizin doğru olduğuna inandırılmış, asla muasır medeniyetler seviyesine çıkamayacağımız inancıyla yetişmiş, depresyon evresinin kendi kendisini tüketen alışkanlıklarıyla televizyonda uzman diye tanıtılan kişilerin safsatalarını kabul etmiş bireyler olarak yavan, estetikten uzak ve verimsiz bir üretim sürecine başladılar. Dünya hızla ilerlerken biz bu kabullenme sürecinde maddi ve fikri varlıklarımızı har vurup harman savurduk. Kabullenme alışkanlığı bizim dışarıdan gelen sözde yatırımların geldiğinden de hızlı bir şekilde geri alındığı gerçeğini görmemizi engelledi. Kabullenme evresi sonunda sadece eski ihtişam, servet ve gururun asla geri gelmeyeceğini değil, aynı zamanda herhangi bir projeyi de kendi kendimize beceremeyeceğimize kanaat getirdik. Beceriksiz, işe yaramaz ve bencil bir toplum olduğumuzu da kabul ettik. Mesela yüzyıllardır yapmakta olduğumuz, kullanılmayan giyim eşyalarının ekonomik durumu uygun olmayanlara verilmesi gibi uygulamaların İsveçliler tarafından icat edildiğine inanmaya başladık. En basit konuyu bile yabancı uzmanlardan gelen görüşler doğrultusunda değerlendirmek yegane doğru olarak görüldü. Reklamlarda İsviçreli bilim insanlarından bahsetmeye başladık.

Neo-Liberalizmin kaleleri akıl dışı uygulamaları yüzünden birer birer düşer ve o kalelerin beyleri zarar etme kabusunu yaşarken biz kayıplarımızı kabullenmenin verdiği rahatlık içinde o beylerin zararını ödeyecekler sırasına girmek için uğraştık. Kabullenme ruhumuzun derinliklerine nüfuz etmişti.

Sonunda beş evreyi de tamamlamış, kaybın kesin ve geri dönülemez olduğunu kabul ederek biraz huzursuz, çokça mutsuz ve önemli ölçüde aşağılık kompleksine alışmış bir toplum olarak güzelce geçiniyorduk ki kaybın altıncı bir evresi olabileceği bazı zihinlerde filiz vermeye başladı, çünkü tüm evreleri tamamlamış olduğumuz halde hala içimizde hissettiğimiz bir eksiklik, bir boşluk vardı. Tüm evreleri icap ettiği şekilde dolu dolu yaşamıştık ama bir türlü mutlu olamıyorduk, demek ki bir evre daha vardı ve adının konulması gerekliydi.
Asıl son evre “Ödeşme” evresiydi.

“Ödeşme” Türkçemizin en güzel kelimelerinden bir tanesi. İçinde karşılıklı olarak alıp vermeyi ve eşitlenmeyi barındırıyor. Kötülük yapana kötülük yapmak anlamına gelen “İntikam” ya da “Hesaplaşma” gibi değil çünkü ödeşmenin içinde uzlaşı var. Karşımızdakiyle uzlaşmadan ödeşemeyiz ve uzlaşma da “Al gülüm ver gülümle” olur, devamlı “Al gülüm” uzlaşma değildir.
Bu yeni son evre toplum olarak nesiller boyudur ruhumuza işleyen “Biz yapamayız” fikrinin ortadan kalkmasıyla eş zamanlı olarak yaşanmaya başlayacak ve toplum olarak kaybettiğimiz değer ve varlıkları yeniden kazanmamızı sağlayacaktır. Herhangi bir şeyin yapılabilirliğini gördüğünde “Ben de yapabilirim” diyen bireylerden oluşan bir toplumun ödeşme masasındaki yeri çoktan ayrılmıştır. Tek gereken masaya oturma iradesini kullanmaktır.

Kayıplarımızın birebir telafisi mümkün olmasa bile içine sokulduğumuz labirentten ödeşerek çıkacak ve kaybın altıncı evresini tamamladığımız için toplum olarak huzura, servete ve güzelliklere kavuşacağız. Kimlerle ödeşeceğimiz ise izahtan varestedir.


YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.