Üç yüz yıllık bir uykudan uyanmak
Üç yüz yıllık bir uykudan uyanmak
Bauman, Touraine ve Horkheimer’a saygılarımla…(*)
Modern toplumun kurucu ilkeleri akılcılaşmayı öncelerken, aklı duygulardan uzaklaştırmış, bireyi de göreceliği ve belirsizliği ortadan kaldırmak adına kurban etmiştir. Sanırım doğaya hâkim olarak dünyanın kontrol edilebileceği düşüncesinin, insanlığın gözünü çok uzun süre kör ettiğini söylemek de yanlış olmaz. Akılcılık ve sekülerleşme sayesinde hemen her alanda gelişen modern toplumlar; bilinenlerin gün geçtikçe artmaya başlamasıyla standartlar üretmeye başlamış ve bu sayede bireylerin daha da mutlu olacakları tezleri üretmeye başlamışlardır.
Touraine; Avrupa kıtasında başlayan modernleşmenin, “modernliği gelenekten, aklı duygudan, erkeği kadından, yöneteni yönetilenden” ayırmakta ısrarcı olduğunu ileri sürmüştür. Modernlik adına akıl duygulardan uzaklaştırılırken, özne düşüncesinin de dışlandığını görmek mümkündür. Acaba Horkheimer’e göre aydınlanma sonrası bir tutulma yaşayan akıl, bireyi özgün kılan yaşantılarla yeniden bütünleşebilir mi?
Aklın zaferini yüceltmek ülküsünde koşan toplumlar, bireyin duygu ve düşleri ile bağını koparmasını da desteklemişlerdir. Bu arada tutku, hayal ve ideallere bağlı olmakla ötekileştirdiği kadınlar, eşcinseller, çocuklar, göçmenler, işçiler gibi toplumsal kategorileri hep baskı altında tutmak istemiştir. Bauman, modernliğin farklılığı bir suç olarak gördüğünü söyler. Modernleşme; farklı olan hiçbir şeye tahammül göstermez, onun doğasına aykırıdır. Çünkü modern olmak, akılcılık yardımıyla ileri düzeyde standartlar üreterek “refah” toplumları yaratmaya çalışmak ve buna uymayanı, neredeyse her şeyi, dışarıda tutmaktır.
Fransız devrimi ile başlayan bu süreç, 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar insanları mutlu kılmıştır ya da insanların öyle sanmaları sağlamıştır. Toplum bilimi olarak bilinen sosyoloji, ilk dönemlerinde büyük toplumsal değişimler ve daha çok bu modern toplumun gelişimi ile ilgilenmiştir.
Ancak çağdaş sosyoloji kuramcıları; “mekanik-organik”, “cemaat- cemiyet” , “geleneksel-modern” gibi toplum kavramsallaştırmalarını referans olarak kullansalar da bir şeylerin eksik olduğu duygusuna kapılmış olmalılar ki, dikkatlerini daha küçük birimlere yoğunlaştırma ihtiyacı duydular. Gündelik yaşamın sosyolojisi olarak tanımlanabilecek bu yaklaşım; öznenin, yani bireyin, toplumsal yaşamın içindeki önemini ve etkileşimini daha görünür kılmaya başlamıştır. Ama bu ne Weber’in aktörleri gibi sadece eyleyiciler, ne de Durkheim’ın sözünü ettiği gibi sadece toplumsal değerlerin belirleyiciliği üzerine kurulmamıştır. Toplumdaki etkileşimsel ilişkiler sayesinde inşa edilen ve insanı doğayla, aklı-duygularla, ruhu bedenle, aşkın olmayanı aşkın olanla birleştirmeye çalışan bir sosyolojidir. Birey merkezli, eleştirel ve göreceliği savunan bir yaklaşımdır. İnterdisipliner yaklaşımlar ve eklektik bakış açılarıyla yukarıda sözünü ettiğim kavramlar yeniden bütünleştirilmeye çalışılmıştır.
Duyguyu dışlayan bir akılcılaşmanın yarattığı itaatkâr, disiplinli, kendi kendine yetemeyen, yalnız insan; modern dönemin insanıdır ve yabancılaşma batağına saplanmıştır. Bu insan tipi, Hiroşima’da binlerce insanın ölmesine neden olan Atom Bombasını kullanandır. Bu insan tipi; Nazi toplama kamplarındaki gaz odalarında gerçekleştirilen Yahudi soykırımın nedenidir. Vietnam’da öldürülen çocukların katilidir. Uygarlık getirdiğini iddia eden insandır. Bu insan; akılcılaşmanın yarattığı kapitalizm ve onun günümüzdeki görünümü olan küresel kapitalizmin dayatanıdır.
Bugün artık insanları ayrıştıran, ötekileştiren yaşantı ve kavramlara değil, aklı duyguyla birleştiren, insanı doğada olması gerektiği yere konumlandıran bütüncül yaklaşımların inşasına ihtiyacımız var.
Aklın duyguya, insanın doğaya, bedenin de ruha ihtiyacı vardır.
İnsanların, kültürlerin, düşüncelerin ayrıştırılabileceğine, farklılığın dışlanması gerektiğine inandırıldığımız günleri geçmişte bırakmalıyız. Farklılıklarımıza rağmen yan yana durarak bütünleşmenin çok daha büyük bir kavramı işaret ettiğine dair inancımızı besleyerek yaşamaya devam etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Günümüz insanını bekleyen kimi tehlikeleri de göz ardı etmeden, üç yüz yıllık bir uykudan uyanmak ve yabancılaştığımız özümüzle yeniden buluşmak güzel olmaz mı? Ne dersiniz?
* Bu yazı, adı geçen değerli düşünürlerin kuramlarına dayanmaktadır. Ufkumu açtıkları için bin saygı ve sevgiyle önlerinde eğiliyorum.