Ertelenen hayatlar
Gençliğinde, orta yaşlılığında ya da elinde fırsat ve zaman varken kendi hayatını ertelemeler zincirine mahkûm eden ve yaşlılık ya da hayata veda etme anı kapıyı çaldığında “keşkeler” telaşına kapılan insanlar…
O insanların sayıları pek de az değildir, değil mi?
Ertelemek, hayata sınırlar koymak ya da bir nevi hayatı ıskalamak; kolaya sığınmaktan, yok sayarak kendini daha iyi zannetmekten kaynaklanan kaçışlardır aslında…
Çoğunlukla insanlar sadece bir amaca, tek bir insana ya da tek bir hayale gereğinden fazla odaklanarak, etrafındaki diğer olayları gözden kaçırıp, farkına varamıyor ve hayatına yeni değerler katmayı ya da hayatı dolu dolu yaşamayı erteleyebiliyor. Ya da insanın kendisine yaptığı bir yatırımı yok. Belki de hiçbir amacı kalmamış; bu daha da vahim aslında…
Yapılması gereken işler ertelendikçe zamanla bir yığın haline dönüşür. Bu yığın ise, insanı günden güne strese sokar ve enerjisini düşürür. Yarın yaparım, haftaya yaparım denilen her iş, gelecek yeni bir işin üstüne eklendikçe insanın üzerinde daha çok baskı yaratır. Basit bir örnek vereyim; yarın nasıl olsa toplarım diyerek ertelediğiniz bir oda toplama işinin bile, gün geçtikçe üst üste yığılan haliyle nasıl bir karmaşa yarattığını hiç yaşadınız mı?
İnsanlar neden yaşayabilirliklerini erteler?
En kolay kaçış yolu olduğu için belki de, yoruma açık bir konu bu… Bana göre; bir kaçış çünkü sorunları yok saymak çok daha kolay… Mevcut durumdan bir üst ve olumlu seviyeye çıkmak için yeterince istek olmaması. Kendine ve yapabilirliklerine inancını kaybetmiş olmak belki de…
Yılmışlık, bezginlik, başarısızlık korkusu, yeniden başlamaya isteksizlik, atalet ve belki de en önemli nokta; kendini sevmemek…
Kendini seven insan, kendisini mutlu edecek, geliştirecek, hayata bağlayacak tüm güzelliklere ve değişimlere açıktır. Düşünür, çalışır, üretir, hayallerinin peşinde koşmaktan yılmaz, bir nevi yaptığı işe, yapabileceklerine adeta aşkla bağlıdır. Ve en önemlisi de; kendisi ile barışıktır.
Hayatı ertelemeyen insanlar da yok mu; var tabi ki, hayatı dolu dolu yaşayan, hayallerini gerçekleştiren…
Madalyonun öbür yüzüne bakıldığında ise, yarın olmayacak gibi yaşamak yerine erteleyenler de yok mu?
Şimdi sizden bir an okumayı bırakmanızı ve kendinizi düşünmenizi rica ediyorum. Kendinize üç soru sormanızı… Ve sonradan yeniden okumaya devam etmenizi…
1- Ben erteleyenlerden mi, ertelemeyenlerden miyim? (Ertelemeyenlerdenseniz, harikasınız.)
2- Erteleyenlerdensem, neleri kaçırıyorum yaşamak varken?
3- Nelere başlamadım, neleri yarım bıraktım? Ben neredeyim, aslında nerede olmak istiyorum?
Bu hayat bizlerin ve ne zaman nihayetleneceğini bilemiyoruz, değil mi?
Bilemiyorum, birçok insan gibi -benim gibi- sizin de aynı ruh halini yaşadığınız anlar oluyor mudur? Hani kendimizle çatışmaya girdiğimiz, hayatın çeşitli evrelerinde isyanlar yaşadığımız hatta kendimize kızdığımız anlar… Hani o bulunduğumuz andan ya da yerden kaçıp, kurtulmak istediğimiz anlar…
Gelip geçici yaşadığımız kimi anlar vardır; karar vermek aşamasında karmakarışık olduğumuz, hani mantığımızın onayladığını, duygularımızın ve kalbimizin onaylamadığı… Ya da duygularımızın ön plana çıkarak mantığımızı geride bıraktığı anlar… Mantığımızın ses tonu içimizde daha çok yükseldikçe, kalbimizdeki iç çatışmalar artar, bir parçamız diğer parçamızla savaşmaya başlar. Acaba kim kimi özgür bırakacaktır?
Özgüven Duygusu… Neden Özgüven Eksikliği Yaşarız? için TIKLAYINIZ!
Mantık ve duygular hep bir ağızdan, aynı anda bağrışmaya başladığında kendi hallerine bırakalım biraz onları (kısa süre). Kararsızlıklarımızı körüklememek için bırakalım önce birbirlerine bir güzel meydan okusunlar, birbirleri ile kıran kırana tartışsınlar. Belki ortak noktada buluşacaklar, kim bilir?
Elbette hayatı her anlamıyla güzel ve mutlu yaşayabilen birçok insan var. Ama madalyonun diğer tarafını çevirip baktığınızda “Neler olmaya başladı size?” diyebileceğiniz başka insanların sayısı da az değil.
Evet, neler olmaya başladı size?
Son günlerde kendinizi iyice bıraktınız, kendinize eskisi kadar bakmamaya başladınız, hatta evden çıkarken belki aynaya bile bakmaz oldunuz. Elinizi attığınızı giyip çıkıyorsunuz. Her gün birbirinin aynı geçmeye başladı. Mutsuzsunuz.Ev-iş arasında mekik dokuyorsunuz. Sabah erken kalkmak bir o kadar zor gelirken, yoğun geçen çalışma saatlerinin ardından akşam olduğunda ah, bir eve bir varsam diyerek yollarda bitap durumunda kalıyorsunuz. Öyle bir trafik var ki; off daraldım der gibi bir haliniz var. Sonunda eve vardınız. Yaşasın: evim güzel evim.
Eve gelindiğinde günün yorgunluğunu atmak için çoğunlukla ilk bir duş alınır. Ev kıyafetleri giyilir giyilmez evli-bekar, bayan-erkek herkes için çoğunlukla aynı: ev işlerine, ev toparlamaya dalınıyor, çamaşır makinesi çalıştırılıyor, “eyvah, ütülerde yığıldı”, çocuklu olanların çocuklarla ilgilenme saatleri, yemek hazırlama ve yeme, sofra kaldırma koşturmacası…
Kişisel enerjim, motivasyonum düştüyse, nasıl yükseltebilirim? için TIKLAYINIZ!
Bazı evlerde hoş sohbetler, bazılarında ise anlaşmazlık nedeniyle dır dır, vır vır, ah alıp başımı nereye gitsem, nereye kaçsam denen huzursuz anlar. Ve günün son sahnesi; öyle yoruldunuz ki televizyonun karşısında uyuklamaya başladınız: işte en mutlu olduğunuz an… Günü öyle böyle derken bitirdiniz (böyle, böyle günler gelip geçiyor ve ömür bitiyor). Kesinlikle birçok insana çok yakın gelen bir hayat tarzı değil mi?
Belki de yoğun bir çalışma hayatından sonra emekli oldunuz ve çalışırken yapamadığınız birçok şey vardı. Bir köşeye çekilip, birçok şeyden elini çekip ben emekli oldum, bu kadar yeter demek mi tercihinizdi yoksa yapamadığınız, ertelediğiniz her şeyi yapmak için harekete geçtiğiniz bir hayat şeklini benimsemek mi?
“Bu akşam evde şu köşeyi düzenleyeceğim, kitap okuyacağım, kendime kişisel bakım saati ayıracağım, yürümeye-koşmaya, egzersiz yapmaya gideceğim, arkadaşlarla buluşacağım, tiyatroya, sinemaya gideceğim.” gibi her gün gündüz boyunca aldığımız kararlar akşam saatleri yaklaşıp üzerimize rehavet çökmeye başladığında “Ah, bir eve varsam!” şekline mi dönüşüyor?
Bir de bakmışsınız, günler, aylar, bir ömür geçip gidiyor. Daha da kötüsü; hayatınız iyice monotonlaşmaya, siz pasifleşmeye, her geçen gün biraz daha asosyal olmaya başlamışsınız. Eh, tabi ki bu durumda hayat yavan gelmeye başlamış, stres bedeninize yapışmış dışarı atılamaz olmuş, bezmiş ve yerinde sayan birine dönüşmüşsünüz. Hatta hareketsiz kalan vücutlarda yağ ve kilolar almış yürümüş. Beyin üretmedikçe kendini yenilemez olmuş. Tüm bunlara rağmen bulunduğunuz bu mutsuz durumdan çıkmak için hiçbir şey yapmıyorsunuz ama gene de belki de sürekli yakınıyorsunuz. Belki de mutsuz da olsanız alıştığınız konfor alanından çıkmak işinize gelmiyor.
Hayat eğer yerinde sayıyorsa, istediklerinizi değil, sürekli istemediklerinizi yaşıyorsanız, hayallerinizi, hedeflerinizi erteliyor olduğunuzdandır. Hayata tutunacak bir hayat amacınız olmadığından.
Ne zamanki bir hastalık geçirsek ya da bir tanıdığımızın hastalığını duyup koşarak hastaneye ziyaretine gitsek, bir cenazeye katılmak durumunda kalsak, hiç ummadığımız bir anda sevdiğimiz bir insanın ağır bir hastalığıyla veya vefatıyla karşılaşsak ruhsal dengemiz şaşıverir. Aşırı hassaslaşırız, hayata bakış açılarımız bir anda değişiverir. Bu süreçleri yaşarken, hayatın gerçekleri ve acıları ile yüzleştiğimizde bir de bakarız ki; kendimize kızmaya, hayıflanmaya ve yakın gelecekte yapmayı unutacağımız sözler vermeye başlamışız:
“Bir daha asla hiçbir şey için üzülüp kendimi hırpalayıp yıpratmayacağım!”
“Bunu, şunu, … daha çok yapacağım bundan sonra… Meğerse hayat ne kadar pamuk ipliğine bağlıymış ya bir daha şunu, bunu, … yapmaya ömrüm yetmezse?”
İşte bir andaki ruhsal çalkalanma ve sarsılmayla kendimizi bu tür geçici gel-gitlerin içerisinde buluveririz. Bir de her sene yeni bir yıla girerken kendi kendine verilen klasik sözler vardır; bir önceki yıl yapamadıklarımızı yeni yılda yapacağımıza dair sözler, avuntular… “Bu sene benim yılım olacak!” Hangi sene???
İşin enterasan tarafı; bu tür anlarda bizi bu kadar etkileyen, motive eden ruh hali en fazla üç gün ya da bir hafta sürer. Sonrasında zaman geçip normal hayat düzenine dönüldüğünde, bir bakarız ki; gene “eski BİZ” olmuşuz. Hani her şeyi kafasına takan, sahip olduğu güzelliklerle yetinmeyen, bardağın dolu tarafını görmektense boş tarafına bakma kolayına kaçan, hayatı kendine ve etrafındakilere zehir eden, bugünleri tüketen, yaşamını sürekli başka yarınlara erteleyen “BİZ”…
Her günümüzü son günümüz gibi yaşasaydık eğer;
Sevmekten, sevilmekten, sevdiğimizi karşımızdakine söylemekten, duygularımızı paylaşmaktan korkmazdık. Çevremizdeki insanları olduğu gibi kabul eder, yargılamaz, değiştirmeye çalışmazdık. Bir türlü o başlayamadığımız işlere balıklama atlar, halen okuyorsak okulumuzu bitirmeyi, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, geride bırakacağımız başarılara imza atmayı, koşmayı, zıplamayı, çimlerin üzerinde yalınayak yürümeyi, yağmurun altında ıslanmayı, özlemlerimizi, hayallerimizi bir başka yarına ertelemezdik.
Belki de yarın ararım ya da görürüm dediğimiz annemizi, babamızı, çocuklarımızı, kardeşimizi, sevgilimizi, dostlarımızı bugünden arar, bugün görmeye giderdik. Sevdiklerimize darılıp, küsmez ya da etrafımızdakileri daha az kırardık. Belki de affedişlerimiz çok daha kolay olurdu. Sahip olduğumuz güzelliklerin, sevgilerin üzerine daha çok titrerdik. Daha çok kahkaha atar, daha doyarak yaşardık her dakikayı, saniyeyi… http://blog.milliyet.com.tr/yesimbuyurgan
İnsan kendini besleyecek, kendisine enerji vererek ruhunu besleyecek anlara zaman ayıramamak-ayırmamaktan dolayı kendisine bile yabancılaşmaya, hep “halsizim, mutsuzum, sıkıldım” demeye, yakınmalara başlayabilir. Bunar herkesin yaşabileceği ve eğer isterse atlatabileceği dönemler.
Eğer siz de bu sendromlar içinde geziniyor veya kendinizi bu ruh haline yakın hissediyorsanız bir mola vermek istemez miydiniz? Ya da artık ertelemelerinizi bırakıp yeni bir yaşam tarzına merhaba demek?
Yeşim BUYURGAN
Kişisel Gelişim Uzmanı, Eğitmen