Alan memnun, satan memnun da ben değilim!
Pazarlama; literatürde, tarafların karşılıklı fayda sağlamasını amaçlayan ve sonuçta değer yaratılan bir mübadele (değişim) süreci olarak tanımlanır.
Değişimden kasıt dönüşüm değil, değiş-tokuştur. Halk arasında yaygın bir ifadeyle; alan memnun, satan memnun olmalıdır. İş hayatı ve uzmanlaşma ile birlikte, olaylara bu bakış açısıyla bakmayı öğrendiğimden beri, ODTÜlü ruhumu dizginleyip daha uysal bir insana dönüşmeyi başardım. Ama, bazı hassas konular var ki o konularda uysallaşmak zaman içerisinde önce sistemsel ve sonra da toplumsal bir çöküşü beraberinde getirebilir. Üzülerek görüyorum ki böyle konularda da alan memnun, satan memnun durumda, ama ben hiç değilim!
Genç ve asiyken çok tepkili yaklaştığım “örgün eğitimde para karşılığı eğitim alma” konusuyla, yaş aldıkça barıştım ve hatta büyük konuşmuş olacağım ki bunu ilk yüksek lisansımda deneyimledim. İkincisinde özüme döndüm dönmesine de o başka bir yazı konusu… Birazdan paylaşacaklarımın sadece lisansüstü eğitimle ilgili olduğunu belirtmek isterim. Bence lisans eğitimi başka şekilde ele alınması gereken bir konu çünkü.
İlk kez yüksek lisansa heveslendiğim dönem, çalışıyor olmam ve hemen herkese sunulan(!) %50 indirim imkanı nedeniyle bir vakıf üniversitesindeki tezsiz bir programı tercih ettim. Tezsiz programlara doktora yolu kapatıldığından ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) şartı aranmıyordu. Gerçi bu programda başka bir sınav şartı da aranmıyordu. Hayatı boyunca devlet okullarında “bedelsiz” eğitim almış biri olarak ilginç bir deneyimdi. Muhasebeye gittim, para yatırdım ve kaydolmuş oldum! Mülakat dahi yapılmadı (elbette her paralı programda böyle olmuyordur).
Sonuç mu? İtiraf ediyorum; kötü bir deneyim değildi. “Çoğu” dersten bir sürü şey öğrendim, değerli Hocalarım oldu ve renkli arkadaşlarım… Sınıflar “fazlasıyla” heterojen gruplardan oluştuğundan dersin gidişatı da ona göre şekillenebiliyordu; bu da zaman zaman isyan butonumu devreye sokuyordu. İş hayatı sağ olsun; beni bu konuda törpülemiş olduğundan ufak bir iç müdahale ile kendimi dizginlemeyi başarıyordum. Aslında bu çeşitlilik sayesinde bolca gözlem yapma fırsatım da oldu.
Keşke önce lisans derslerini tekrarlasa diye içimden geçirdiğim öğrenciler de vardı, dersteki hemen her yorumundan bir şeyler öğrendiklerim de… Başka üniversitelerden konuk olarak gelen akademisyenler de vardı, belli ki önce isimlerinden sonra da tecrübelerinden faydalanılmak üzere davet edilmiş eski şirket profesyonelleri de… Bu eğitmenlik konusu hassas konu, yanlış anlaşılmak istemem; belirttiğim ilk gruptan hayal kırıklıkları yaratanlar da olmuştur, ikinci gruptan çıkan güzel sürprizler de… Kısacası ortam hayatın ta kendisi gibiydi; Odtü’den alışkın olduğum ütopik dünyanın tersine…
Orada geçirdiğim süre boyunca önyargılarımdan sıyrılma konusunda çok yol kat ettim de hiçbir seçim kriteri bulunmadan bir yüksek lisans programına kaydolabilmemize uzun süre anlam veremedim. Her şeye; kazıyarak, emek emek ulaşmaya o kadar alışmıştım ki bir şey kolay olunca içindeki güzellikleri görmekte ve ona değer biçmekte zorlanıyordum. Artık öyle düşünmüyorum. Sonuçta akademisyen olunmayacaksa ve “amaç sadece kendini geliştirmekse” onca engele gerek var mı? Her yerde “eğitim, eğitim, eğitim” diye bağırırken eğitim alınmasının önüne engeller yığmak dar bir bakış açısı gibi geliyor bana. Bu kabul de ya tek amaç eğitim almak değilse? Ya asıl dert etiketse ve bu, işveren tarafında adaletsiz bir seçim kriteri haline gelmişse? Ya bu durum lisansüstü eğitimin kalitesini de etkilediyse? İşte orada problemin büyüğü başlıyor ve isyan butonum yine devreye giriyor!
Lisansüstü seviyede paralı/parasız bir eğitim almaya karar verip sonrasında o programdan ne şekilde faydalanacağımız bireysel tercih ve sorumluluğumuz elbette… (Lisans ve altı için bu kadar rahat konuşamam çünkü orada tüm koşulların herkes için eşit olması gerektiğine yürekten inanıyorum.) İş hayatında işe alım ve terfi süreçlerinde bir diplomaya ne kadar değer verileceği ise büyük ölçüde işverenin inisiyatifinde. Bu konuda çok bilinçli olan işverenler var. Ama ne yazık ki olmayanlar da var! Haliyle diplomaya, alınması gereken bir etiket gözüyle bakanların sayısı çoğaldı. Sonuç ne mi oldu? Mantar gibi çoğalan yüksek lisans programları, lisansüstü eğitimin günden güne zedelenen imajı ve azalan kalite ve katkısı…
Şüphesiz; her lisansüstü programın aynı içerik ve kalitede olmadığını, kabul ve mezuniyet koşullarının ne derece farklılaştığını bilen “bilinçli” firmaların sayısı çoğalmalı. İnanıyorum ki bu, bilinçli bir seçim kriteri haline gelince, eğitim kurumları eğitim kalitelerini belli bir standartta tutmak zorunda kalacaklar ve eğitimin değeri bu ticari çarkın içerisinde kaybolup gitmeyecek. O “kaliteli” programdan ne kazanıp sonucunda ne üreteceği de tamamen kişiye kalmış elbette!
Kim bilir belki bir gün, diplomalardan çok, kişinin kendisine ne kattığıyla ve bunu nasıl kullandığıyla ilgilenen sistemler çoğalırsa böyle bir sorgu suale de gerek kalmayabilir. Henüz o kadar gelişemediğimizden mevcut sistemin en adaletli şekilde yürümesi tek temennim. Ama olur da bir gün o seviyelere ulaşabilirsek, dua edeyim de elimdeki bilmem kaçıncı diploma bana bir şeyler katmış olsun!
Daha adil, daha üretken ve aydınlık günlere…
Sevgilerimle…