İnsanlığı kim kurtaracak?
Alman sosyolog Beck, yaşadığımız toplumu “Risk Toplumu” olarak tanımlamıştır.
Riskler, “dışsal” ve “imal edilmiş” olarak ikiye ayrılır. Dışsal riskler beklenmedik bir anda insanları vuran sel, yangın, deprem vb. risklerdir. Bu riskler son derece etkili bir şekilde hesaplanabileceği için, insanlar geleceklerini garantiye alacak bir şekilde sigortalanabilirler.
Ancak imal edilmiş riskler, insanlığın gelişim süreçlerindeki bilimsel ve teknolojik gelişmeler tarafından yaratılırlar. Bumerang etkileri vardır ve Çernobil Nükleer Santralı kazasında olduğu gibi tüm insanlığı etkilerler.
İmal edilmiş risk, kişisel ve toplumsal yaşama bir anda girer, yayılır ve yayılırken yeni tehlikeler oluşturur. Bu riskler geleceği belirsiz ve bulanık hale getirir. Çünkü bilimin araçsal kullanımındaki ısrar, yeni riskleri doğurmaya devam edecektir.
Covid-19 pandemisi, insanlık tarihimizdeki kırılma noktalarından biridir. Bize risklerin herkesi eşit durumda etkilediğini bir kez daha gösterdi. Ancak süreç ve sonuçlarının aynı eşitlikte yaşanmadığı gerçeği ile acı bir şekilde yüzleştirdi.
Küreselleşme sayesinde daha da vahşi bir görünüme bürünen kapitalizm, 16. yüzyıldan bu yana insanlığın refah ve mutluluğu yerine sermayenin sınırsız birikimini tercih etmekte ve bunu hadsizce gerçekleştirmektedir. Aşıya ulaşmada bu sermaye birikiminin neredeyse tek araç olduğu bir dünyada tam bir fiziksel ve ruhsal iyi olma halinden söz etmek ne kadar mümkündür?
Son yüzyılda dünya üzerindeki sermaye birikimi ne kadar artmışsa, yoksulluk da o kadar artmış, arada tampon oluşturacak orta sınıf ise artık neredeyse görünmez olmuştur. Kutuplaşmaları keskinleştiren bu durumun toplumsal barışı nasıl tehdit edebileceğini hepimiz biliyoruz.
Demokrasi krizlerinin de yaşandığı çağımızda, neoliberal kapitalist yapılanmalar yerine, toplumsal refah ve dayanışmayı arttıracak yaklaşımlar geliştirilmezse insanlık gerçekten, Chomsky’nin de söylediği gibi, gelmekte olan çok daha dehşetli bir durumla karşı karşıya kalacaktır.
Çünkü neoliberalizm, sahte mutluluk vaadleriyle geleceğimize ipotek koymaya devam edecektir.
Çünkü tüketmenin, saygınlığı artıran bir davranış olduğuna dair söylemini her yeni günde ve üstelik de hiç bıkmadan tekrarlayacaktır.
Çünkü girdiği hemen her krizden, umutlarımızı satın alarak çıkmıştır.
Çok karamsar bir tablo olduğunun farkındayım, ama tamamen umutsuz da değilim. Öncelikle, bilimin insanlığı tehdit edecek risklerin doğmasına neden olabilecek “araçsal” kullanımından vazgeçilmelidir. Bunun yerine özgür, “akılcı iletişimsel” ilişkilerin olduğu yaşantıların çoğalması desteklenmelidir. Günümüz sosyolog ve felsefecilerine bu yolda çok önemli görevler düştüğüne inanıyorum. Yaşamın kendisiyle bütünleşmemiş hiçbir kuram tamamlanmış sayılmaz. İnanç ve değerleri üzerinden değil de, salt varoluşları üzerinden tanımlanan, eşit, özgür ve demokratik bir düzlemde konuşan, tartışan bireylerin yaşadığı ve çoğulculuğun desteklendiği toplumlar; eşitliğin kavramsal değil, yaşantısal olarak desteklenmesiyle mümkün olacak gibi görünüyor. Gelecekten umudunu yitirmeye başlayan, geleceği karanlık gören insanlığın kurtuluşu belki de bu sayede olacaktır.
Seyfettin Babat
Diş Hekimi-Hipnoterapist-Sosyoloji Öğr.